NOMADLAND İNCELEMESİ
CHLOÉ ZHAO (2020)
IMDb: 7,6
SÜRE: 1 Sa 48 Dk
TÜR: Dram, Biyografi
OYUNCULAR: Frances McDormand – Fern, Gay
DeForest – Gay, Patricia Grier – Patty, Linda May – Linda, Swankie - Swankie, David Strathairn - Dave
Galasını Venedik Film Festivali’nde yapan Nomadland, En İyi
Film Altın Aslan Ödülü’nü kazandı. Eleştirmenlerin 2020’deki en iyi filmleri
listelediği 100’den fazla listede ilk 10’a giren ve bu listelerin neredeyse
yarısında 1. veya 2. olarak sıralanan filmin hem senaristliğini hem
yönetmenliğini hem de kurgusunu Chloé Zhao yaptı. Yönetmen Zhao, bu film ile
neo-westerni, gerçek hikayeler, gerçek hayatlar ve gerçek insanlarla
birleştirerek neredeyse belgesel türüne dönüştürüyor. Filmde izlediğimiz
karakterlerin çoğu gerçek hayattan ve kendilerini canlandırıyor. Filmin
kurgusal kısmı ana karakterimiz Fern ve yan roldeki Dave karakteri. Zhao, iki
kurgusal karakteri hikayenin ortasına yerleştiriyor ve etrafını gerçek
hayatlardan gerçek kişilerle sararak birleştiriyor.
2018’de yapılan bir araştırmaya göre ABD’de göçebe olarak yaşayan yaklaşık 1 milyon kişi varmış. Karavanlarıyla ülkeyi gezen ve bulabildikleri geçici işlerle hayatını geçindirmeye çalışan 1 milyon insan.
Chloé Zhao, bir yandan Amerikan ekonomisinin ürkünç yumuşak
karnını diğer yandan bu göçebelerin dirençliliğini, yaratıcılığını ve dayanışma
ruhunu ortaya çıkaran bu kitabı sinemaya uyarlarken, kurmaca-belgesel biçimini
tercih etmiş ve filmin iki önemli kurgusal karakteri, Fern ve Dave’i
profesyonel oyunculara yorumlatırken, gümüş saçlı, sürekli gülümseyen ve
yetenekli bir figür olan Linda, yaşamak için yedi sekiz ay kalmış, karavanının
çevresinde kafatası ve kemik bayrağı asılı olan Swankie gerçek karakterler ve
kendi isimleriyle filmde yer alıyorlar. Hatta Nomadland’a radikal göçebe
destekçisi aktivist ve anti-kapitalist göçebe lideri Bob Wells’i de, kendisi
olarak filme dahil ederek filmin sonlarına doğru müthiş etkileyici ve dokunaklı
konuşmasına da yer vermiş. Yani filmde yer alan karakterlerin birçoğu gerçekten
karavanlarıyla göçebe hayat yaşayan kişiler.
Fern, filmin bir yerinde en can alıcı repliklerden birini
ortaya koyuyor ve bir evsiz olmadığını, sadece bir “ev”inin olmadığını
söylüyor. Evsiz olduğunu asla kabul etmiyor. Ev kavramının ne olduğunu bize
sorgulatıyor. O evini yanında taşıyan bir insan. Evini taşıdığı her yerde
farklı işlerde çalışıyor ve temel ihtiyaçlarıyla hayatını devam ettiriyor. Zaten
ekonomik çöküşün ardından, göçebe hayatı yaşayan birçok insanın yapı olarak bir
evi yok ama bu durum onlar için sadece nesnel. Aslında, yaşadıkları karavanlar
tamamen kendi evleri ve yuvaları. Fern, karavanının tamir parasının neredeyse
yeni bir karavan alacak kadar edeceği söylendiğinde de, Şükran Günü için
kalacak oda verilen evde de, kardeşi ve eski komşusu tarafından içtenlikle
yanlarında kalabileceği söylendiğinde de aynı şeyi hissediyor ve uyguluyor:
“Benim bir yuvam var” Bu sebeple, yeni karavan almak yerine tamir ettirmeyi
seçiyor, kalacak misafir odası yerine karavanda uyumayı tercih ediyor ve
teklifleri birer birer reddediyor. Fern sadece mecbur kaldığı için bu göçebe
hayatı yaşamıyor. Ruhunda bağlılıklara karşı bir başkaldırı var. Özgür olmak
istiyor. Bir sahnede ölen bir göçebeden kalan köpekle birlikte görüyoruz onu.
Bu tatlı köpeği sahiplenir diye düşünüyoruz. Ancak karakteri çok net bir
şekilde ortaya koyan, karakterin sınırlarını net çizgilerle çizen bir hamle
yapıyor. Köpeği bırakıp gidiyor… Her geçici işin ve bölgenin sonunda, evi olan
karavanında, huzurla ve güvenle yola koyuluyor. Değişen sadece komşuları ve
park edecek yer bulma sorunu oluyor.
Kız kardeşi ile bir sohbetlerinde kardeşi ona, “Beraber
büyüdük ama sen hemen bırakıp gittin,” diyor. Yine başka sahnelerde Fern’le
flört eden Dave karakterini görüyoruz. Dave ve Fern’ün yolları bu göçebe
hayatta ara ara kesişiyor. Ancak bu buluşmalar bir ilişkiye dönüşmüyor. Dave
yerleşik hayata geçmeyi tercih ediyor. Fern’ü de davet ediyor. Yumuşak bir
yatak ve bir konuk evi vadediyor. Ancak Fern onu bırakıp sert yataklı
karavanıyla tekrar yollara düşüyor. Yani aslında Fern doğduğundan beri özgür
bir ruh taşıyor. Onu hayatı boyunca bağlayan tek şey aşık olduğu kocası Bo
olmuş. Bo istediği için uzun yıllar yerleşik hayatta tek bir şehirde
yaşayabilmiş. Fern’ün hayatta bağlı olduğu tek erkek Bo filmde hiç yer almasa
da Fern’ün hikâyesi için en temel unsurlardan biri.
Film yedi farklı eyalette, dört ayda çekilmiş. Bu süre
zarfında Frances McDormand gerçekten bir göçebe gibi yaşamış. Göçebelerin
çalıştığı işlerde gerçekten çalışmış, bir süre yardım etmiş onlara (filmde de
izlediğimiz Amazon’daki paketleme işi gibi). Amazon’un göçebe topluluğuna en
çok faydası olan iş yerlerinden biri olduğu söyleniyor. Hatta sırf bu geçici
işçi alımı için CamperForce isimli bir program bile yaratmışlar. CamperForce,
yılın yoğun zamanlarında ve sürekli işçilerin çoğunun izin almak istediği özel
günlerde hem işlerin aksamasını engellemek hem de göçebe topluluğa fayda sağlamak
adına oluşturulmuş 2011’de. Burada çalışan göçebeler saat başı yaklaşık 15
dolar alıyormuş ve dört-beş günlük çalışmayla birkaç aylık masraflarını
çıkartıyorlarmış. Böyle olunca Amazon, bu göçebe topluluğu için en temiz ve de
kârlı işlerde başı çekmeye başlamış. Çünkü alternatifleri arasında yol
kenarındaki benzinliklerin tuvaletlerini temizlemek ya da fast food
dükkanlarının mutfağında düşük bir ücret karşılığı çalışmak var.
Zhao’nun yönetmenliği ve atmosfer kurma becerisi ne kadar iyiyse, Frances McDormand’ın performansı da o kadar iyi, hatta daha iyi. Filmin, tüm bu özellikleri bir yana, McDormand’ın oyunculuğu bir yana... Filmin belgeselvari anlatımına uyan, gerçek hayattaki hikayeleriyle filmde yer alan diğer oyuncuların yanında hiç sırıtmayan, hatta onlardan daha gerçek gelen, inanılmaz bir performansla karşı karşıyayız. Bu başarılı performans, filmin bütün dertlerine, söylemlerine ve hatta atmosferine bile yardımcı oluyor. McDormand hem çok özverili hem de oldukça cesur bir performans sergiliyor. Fern karakterinin özgür ruhunu yansıtan birçok oyunculuk detayı var. Bu rol için McDormand’dan başka bir oyuncu düşünmek mümkün değil. Yalnızca McDormand gibi dirençli bir oyuncu bu karakteri yüklenebilir gibi geliyor. Başrolünde Frances McDormand değil de başka biri olsaydı bu kadar etkileyici olur muydu, ondan emin değilim. Nomadland’in anarşist, feminist ve özgürlükçü ruhuna bu kadar yakışacak da çok az oyuncu vardır. McDormand, Oscar törenine makyaj dahi yapmadan gelip her defasında oyunculuğun ve aslında yüklendiği misyonun ne kadar önemli olduğunu kafamıza kakarken de Fern ile çok ayrık düşmüyordu diyebilirim. Bu kadının kanında aynı Fern gibi özgürlük ve bağımsızlık akıyor.
Elbette, bunların toplamını alıp, yanına Joshua James
Richard’ın sinematografisi ve Ludovico Einaudi’nin müziklerini koyunca ortaya sanatsal
güzel bir film çıkıyor. İtalyan besteci Ludovico Einaudi imzalı besteler de
Fern’ün ve tüm temsil ettiklerinin duygu dünyasına giriş noktasında bir anahtar
işlevi görüyor ve Nomadland’in dramatik yapısının güçlendiren unsurlardan birisi
oluyor. Nomadland’ın yapımcılığını da üstlenen McDormand ile Zhao’nun filmi
küçük bir teknik ekiple mümkün olduğunca doğal ışıkta çekmeleri eklenince
benzersiz bir doğallık ve gerçeklik duygusu oluşmuş.
Cholé Zhao bu filmde özgür ruhlu bir karakterin göçebe
hayatını ve ekonomik adaletsizliğe karşı bir başkaldırıyı anlatıyor. Bu
temaları oldukça sabırlı bir anlatımla bütünleştirip, olabilecek en doğal ve
gerçek şekliyle görsele dökerek özgün bir tarzın peşinde koşuyor. Görseller de
tıpkı hikâye gibi olabildiği kadar doğal. Neredeyse hiç yapay ışık görmüyoruz.
Görüntü yönetmeni Joshua James Richards ve Zhao ortak bir yolda buluşmuş
gibiler. Filmleri beraber çekiyorlar. Nomadland’in çoğu sahnesi gündoğumu ve
günbatımı vakitlerinde geçiyor. Soğuk tonların hakim olduğu filmde, gün değişim
saatleri görüntülerde müthiş renkler ortaya çıkarıyor. Doğa görüntüleri,
karakterleri yakından hissetmemizi sağlayan kamera kullanımı ve geniş açıyla
verilen mekan tanıtımları ortaya müthiş görsellikler de çıkarıyor. Chloé Zhao,
Nomadland’da hiçbir sahneyi süslemeye çalışmamış, olduğu gibi belgelemiş
sadece. Belgesel tarza yakınlık ise filmin gerçekçiliği destekleyen en büyük unsuru.
Bu filmin türü için belgesel diyecek izleyicilere asla itiraz edilemeyecek
derecede ön planda olan bu anlatımı, özellikle kendini oynayan ve hayatından
kesitleri aktaran kişilerin monolog ya da diyaloglarında bulmak mümkün. Bu
gerçekliğin içinde bir kurmaca filmden ziyade, göçebe hayatı yaşayan insanların
yaşantısını öğrenmek ve onlarla bir bağ kurmak son derece mümkün.
Sonuç olarak, kriz sonrası Amerika’sının hiç bilmediğimiz
bir oluşumuna ışık tutan belgesel tadındaki bu minimalist film, günümüzün en başarılı
oyuncularından Frances McDormand’ın da desteğiyle, bağımsız ve isyankar ruhuyla
ön plana çıkıyor. Bu film için, karavanlarını kendilerine ev yapıp, kaplumbağa
misali yuvalarını yanında taşıyanların, hiçbir yere kök salamayanların hikayesi
de diyebiliriz.Yalnızlık filmin en çok verdiği duygulardan biri, varlığını hep
hissettiriyor. Ama hiçbir şekilde ajitasyona girmeden ama göğsümüze büyük bir
yumruk atarak film bitiminde hayatı sorgulamamıza neden oluyor.
Geçtiğimiz haftalarda Nomadland’in senaryosu yayınlanmıştı.
Senaryoyu indirmek için buraya
tıklayabilirsiniz.
Yorumlar
Yorum Gönder