THE LORD OF THE RINGS: THE RETURN OF THE KING İNCELEMESİ
PETER JACKSON,2003
IMDb: 8,9
SÜRE: 3 Sa 21 Dk /
4 Sa 23 Dk (Extended)
TÜR: Fantastik,
Macera, Aksiyon, Dram
OYUNCULAR: Elijah Wood – Frodo Baggins, Ian McKellen – Gandalf, Viggo Mortensen – Aragorn, Andy Serkis – Gollum, Orlando Bloom – Legolas, John Rhys-Davies – Gimli, Christopher Lee – Saruman, Sean Astin – Samwise Gamgee, Billy Boyd – Peregrin Took, Dominic Monaghan – Meriadoc Brandybuck, Bernard Hill – Theoden, Miranda Otto – Eowyn, Karl Urban – Eomer, John Noble – Denethor, David Wenham – Faramir
Serinin ilk filmi Yüzük Kardeşliği’nde tanıtılan dünya, ırklar, karakterler ve yavaştan başlayan macera, ikinci film İki Kule’de üstüne koyarak ilerledi ve bir de müthiş bir savaş izletti bize. Şimdi, serinin son filminde ise Orta Dünya’nın ve canlıların kaderini belirleyecek olan büyük savaşa şahit oluyoruz. İnsanlar ile orklar arasındaki mücadelenin kazananı ile hangi ırkların yaşamaya devam edeceği ve hangilerinin yok olup gideceği belirlenecek.
Filmimiz, Smeagol’un nasıl Gollum’a dönüştüğüyle başlıyor. Bu sahneler karakter derinliği açısından çok önemli aslında. Gollum, yüzükle temas kurar kurmaz etkisi altına girmiş. Yüzüğün onun beynine girmesi hiç zor olmamış. Smeagol’ın fazlasıyla potansiyeli varmış zaten katil olmak için. Smeagol’ın Deagol’ı boğduğu sahnelerde, fonda nabız atışları duyuyoruz. Deagol’ın son nefesini vermesiyle nabız atışları sesinin de kesilmesi bir oluyor. Katil olmasından itibaren yüzyıllar içinde Gollum’a dönüşme evrelerini görüyoruz. Kitabını okuyanlar bu detayı zaten bilir ama okumayanlar için belirteyim: Gollum’un adı, evrildiği sahnelerde gördüğümüz mide özsuyunu kusarcasına çıkardığı iğrenç sesten geliyor.
Frodo, yolculuk boyunca, gittikçe yüzüğe daha çok güvenmeye, yüzüğün gücü de onu değiştirmeye başlıyor. Frodo’nun görevi başarabilmesi için Sam, daha çok sorumluluk yüklenmek zorunda kalıyor. Çünkü Frodo, duyarlılığını, saflığını, amacını ve aklını yitirmeye başlıyor. Biraz Frodo ve Sam ikilisinin arasının açılmasından bahsedelim. Yani “gerek var mıydı bu kadar dramaya” diye sormak istiyorum. Her ne kadar yüzüğün etkisi altında düzgün düşünemese de Gollum’un küçük entrikalarına kanıp Sam’e güvenmemesi, onu geri göndermesi, bana gereğinden fazla dramatize edilmiş gibi geliyor. Gollum’un planı, kendi kazdığı kuyuya kendi düşene kadar tıkırında ilerliyordu. Dev bir örümceğin peşinde olduğu Frodo, bir yandan da Gollum’la boğuşurken, onun uçurumdan düşmesine sebep oldu ama dev örümcekten kaçamadı. Sam’e yol verirsen örümceklere de yem olursun Ork’lara da Frodo Bey. Neyse ki daha sonra cesur Sam’imiz pes etmiyor ve gelip Frodo’yu Ork’ların elinden kurtarıyor. Üstüne üstlük koca bir örümceği yeniyor. Sam ne ara böyle dövüşebilecek seviyeye geldi ona da anlam veremeden devam ediyoruz. Şimdi diğer karakterlerimizin olduğu cepheye geçiyorum, Frodo ve Sam’e tekrar döneceğim.
Gandalf, Aragorn, Theoden, Legolas, Gimli ve Eomer, artık
Ağaçsakal’ın yönetiminde olan Isengard’a geliyorlar. Gandalf, Saruman’ı teslim
olmaya ikna etmeye çalışsa bile Saruman’ın teslim olmaya niyeti yok ve
Gandalf’a ateş topu atıyor. Gandalf’ın bundan hiç etkilenmediğini görüyoruz,
üstüne üstlük kılını bile kıpırdatmadan bir sözüyle Saruman’ın asasını
kırabiliyor. Bu sahnede, ikinci filmin incelemesinde bahsettiğim büyücülük
seviyelerindeki ayrımları net görebiliyoruz. Ak Gandalf son derece güçlüyken,
kötü tarafa geçerek “Ak Saruman” seviyesinden düşmüş, daha güçsüz bir Saruman
görüyoruz. Bu sırada sahneye giren Grima’nın, Saruman’ın aşağılamalarına
dayanamadığı ve o an bir karar verdiği yüzünden okunuyor. O anlık kararla
Saruman’ı bıçaklamasıyla Legolas’ın okunu kalbinde bulması bir oluyor. Legolas,
elf gözleriyle milimlik hedeflerini bile ıskalamıyor.
Saruman’ın düşmesiyle Palantir de Gandalf’a geçiyor. Ama meraklı Pippin, ona dokunduğunda Sauron’un gözü onları görüyor. Sauron yüzüğün onda olduğunu sanıyor ki bu Frodo için bir avantaj haline geliyor. Aynı zamanda Sauron’un hedefinin Minas Tirith olduğunu öğreniyoruz. Gandalf, Pippin’i de alıp Gondor’a, Krallar’ın şehri Minas Tirith’e doğru günlerce atını sürüyor. Denethor’un savaşa ikna edilememesi halinde Pippin, gizlice işaret kulesinin ateşini yakıyor.
Burada bir Arwen sahnesi izliyoruz. İkinci filmde Arwen’in
bir elf olduğu unutulmuş gibi, tam Türk dizisi kıvamında, hastalıktan öleceği
söylenmişti. Babası onu ölümsüz topraklara gönderiyordu bu sebepten. Tam
gidiyorken yolda, gelecekteki oğlunu ve Aragorn’u görüyor. Öleceğini düşündüğü
için gitmeye ikna olmuştu ama oğlu olacağını öğrenince içinde bir umut doğuyor
ve gitmekten vazgeçiyor. Arwen’in birinci filmde giriş sahnesini hatırlarsınız
aşağıya da bırakıyorum hatırlamayanlar için. O savaşçı, korkusuz elf rolünde
devam etmesini ben çok isterdim ama sonrasında o karakterden hiçbir iz
kalmamış. Üç film boyunca narin, kırılgan, hasta ve sürekli Juliet gibi
takılıyor. İlk sahnesindeki havasını, savaşçı kadın karakter rolünü sürdürmesi
daha iyi bir tercih olurdu diye düşünüyorum.
Savaş sahnesine geçmeden önce 2. filmde gördüğümüz ama onun
hakkında konuşmayı bu filme bıraktığım, Boromir’in kardeşi Faramir ve babası
Denethor’a bakalım. Faramir, kendisini babasına ispatlama derdinde, babasının
ise tek derdi Boromir’in arkasından yas tutmak ve hiçbir iş yapmadığı tahttan
inatla kalkmamak. Tahtı Aragorn’a vermemek için büyük inat halinde ama bunun
için hiçbir çaba da sarf etmiyor. Onlara doğru gelen büyük bir ork ordusu var
ve Denethor’un kazanabileceklerine dair hiçbir umudu kalmamış.
Yenileceklerinden çok emin, bu yüzden ne savaşmak için ne de tahtı başkasına
devretmek için kılını kıpırdatmıyor. Boromir’in ölümü ve ork ordusu yüzünden
yaşama dair hiç hevesi yok ve “Zaten ölüp gideceğiz bunların hiçbirinin bir
önemi yok” kafasında. Ama unuttuğu bir şey var ki o da, her ne kadar değer
vermese de bir oğlu daha olduğu. Gandalf’ın da dediği gibi Denethor, Faramir
öldüğü zaman onun değerini anlayacak. Tam da öyle oluyor. Faramir, neredeyse
ölü halde önüne getirildiği zaman, aklını yitirmiş halde. O kadar ki Faramir’in
aslında ölmediğini bile anlayamıyor. Onun cansız sandığı bedeniyle birlikte
kendini de yakacakken Gandalf olayları engellemek için geliyor. Faramir’i
kurtarıyor ama Denethor’un umutsuz vaka olduğunu anlayarak ateşe itiyor. Ben bu
sahneyi çok seviyorum çünkü Gandalf’ın atıyla Denethor’a tekme atmasını ve iş
bitiriciliğini sevdim. Ölümle sonuçlanmaması için uzun uzun klasik, ikna
konuşmalarına girmemeleri güzel. Gerektiği zaman uzatmadan şak diye birinden
kurtulmamız izlerken rahatlatıyor. Burada Denethor’un yanarak Minas Tirith
boyunca koştuğunu ve kendini aşağı attığını hatırlarsınız. Aslında öyle 2-3
saniyede gösterildiğine bakmayın. O koştuğu yol Minas Tirith şehri boyunca uzun
bir yol. Her ne kadar koca şehir boyunca yanarak koşabiliyor ama kimse durup
yardım etmiyor diye düşünsek de film işte diyoruz. Güzel bir sahne olduğu için
bu detaylara takılmıyoruz.
Evet, o muhteşem savaş sahnesine geldik. Yaklaşık bir saat boyunca, soluksuz izlediğimiz, son derece keyif aldığımız Gondor Savaşı’na. Yönetmene burada, savaşları görselleştirme, aktarma konusunda bir tebrik göndermek lazım. Öyle ki Miğfer Dibi Savaşı gördüğümüz en iyi savaşlardan biriyken bu savaşta da kendi seviyesinin üzerine çıkabilmiş. Minas Tirith’in önüne yürüyen yüz binlerce ork görünce Denethor’a hak vermeye başlıyorsunuz. Savaş korkusu izleyiciyi de sarıyor. Daha sonra bir de nazgullerin geldiğini görünce, insanların, bu sürü karşısında şansı yok gibi görünüyor gerçekten. Minas’ın içine giren orklarla dövüşen Gandalf dedemiz, bir elinde asasını bir elinde kılıcını, çok ustaca ve çevik kullanıyor. Orklar kapıdan, bacadan her yerden Minas’ın içine sızıyorlar ve tam Angmar’ın Cadı Kralı, Gandalf’ı yenerken, Rohan ordusu Theoden’in önderliğinde ufukta, bir umut ışığı gibi beliriyor. Theoden, ordusunu yüreklendirdiği konuşmayı yaptıktan sonra binlerce atlı, orklara saldırıya geçiyor. Biz burada tekrar rahat bir nefes alıyoruz kısa süreliğine de olsa. Rahatlığımız uzun sürmüyor, çünkü yönetmen tüm güçleri bir anda kullanarak tüketmemiş. Teker teker bir insanlar tarafına destek geliyor, bir orklar tarafına destek geliyor. Şimdi de onlarca füllerin, Rohan ordusunun arkasından koşarak geldiğini görüyoruz.
Bu sırada Theoden, bir nazgul tarafından ağır yaralanıyor. Theoden, nazgule yem olacakken, yeğeni Eowyn yetişiyor. Ancak yine de Theoden ağır yaralanmıştı ve kurtulamıyor. Kimsenin nazgul öldürmüşlüğünü görmemiştik bu filmde. Bunu ilk ve tek yapan kahramanımız Eowyn oldu. Nazgulun kellesini aldıktan sonra, nazguldan bile daha korkunç, daha tehlikeli bir duruma düşüyor. Cadı Kral’ın gürz, topuz ne derseniz artık, silahıyla karşı karşıya kalıyor. Cadı Kral, gürzünü salladıkça, Eowyn kaçınıyor. Zaten tehlikeli olan bir silah, Cadı Kral’ın elinde daha korkunç bir hale geliyor. Ama sonucunda, Merry’nin de yardımıyla Eowyn, hem bir nazgulu, hem de Dokuzlulardan birisini, sadece birisi değil, Dokuzluların en güçlüsünü öldüren ilk karakter oluyor. Cadı Kral’ın “Hiçbir adam beni öldüremez” demesi ve Eowyn’in “Ben adam değilim” diyerek kılıcını saplaması, sinemada izlerken gaza alıp alkışlanacak sahneler vardır ya, tam onlardan. Böyle bir özelliğin, böyle bir gücün, bir kadın karaktere verilmesi çok güzel olmuş. Aslında sadece Eowyn’e yükleyemeyiz tüm başarıyı. Merry’nin de zamanlaması çok iyiydi ve büyük yardımı oluyor. Merry ve Eowyn, savaşın başından beri beraber savaştılar, birlikte ilerlediler. Bu ikilinin motivasyonları çok sağlam. Birisi kısa, minik ve güçsüz olduğu için ciddiye alınmazken, birisi de sırf cinsiyeti yüzünden, kadın olduğu için ciddiye alınmıyordu. İkisine de savaşa katılmamaları söylendi, geride kalmaları önerildi. Aslında adam yerine konmayan karakterler, birleşerek bir adamdan daha fazlası oluyorlar. Hiçbir adamın beceremediği, karşısında durmaya bile cesaret edemeyeceği, nazgul ve Cadı Kral’ı öldürmeyi başarıyorlar.
Minas Tirith zaferinden sonra savaş bitti sanıyorsunuz,
rahatlıyorsunuz ama Aragorn efendi yerinde duramıyor. Bu seferde Mordor’un
kapısına dayanmaya gidiyorlar. Sauron’un dikkatini dağıtıp Frodo’yu görmemesi
için. Sauron’un Ağzı adında bir yaratık Frodo’nun öldüğünü söylüyor, herkes
inanırken Aragorn usul usul yaratığa yanaşıyor ve boş yapma dercesine kafasını
uçuruyor. Bunun gibi, uzatılmayan, pat diye iş bitirilen sahnelere bayılıyorum
ben. Sonrasında liderimiz Aragorn da Mordor Savaşı’nda en önde saldırıya
koşarken, 2. sırada iki minik Hobbit’in, arkadaşları için savaşa koşması çok
sevimliydi. Mordor’un ana kapısında yine bir savaş yaşanırken, Frodo ve Sam yorgun,
bitkin, aç, susuz halde yanardağın kapısına ulaşabiliyorlar. Frodo artık doğru
düzgün düşünmez hatta ayakta duramaz halde olduğu için Sam onu sırtında bir
müddet taşıyarak yanardağa kadar getiriyor. Tam ulaştılar artık bitiyor derken,
yanardağın kapısında beklenmedik bir saldırıya uğruyorlar. Gollum ölmemiş ve
yine peşimizi bırakmamış buralara kadar gelmiş. Gollum’la itiş kakış derken
Frodo yanardağa girebiliyor. Önünde akarsu gibi akıp giden koca alevler var.
Tek yapması gereken yüzüğü elinden bırakması ama tabi bizi germeden asla
yapmazlar. Frodo, git gel aklıyla yüzüğü atmaktan vazgeçiyor ve parmağına
takıyor. Gollum, parmağını ısırarak koparıp yüzüğü alıyor. Tekrar Frodo ile
yüzük çekişmelerine girmişlerken, Gollum yüzükle birlikte alevlerin arasında
eriyip gidiyor. 3 film boyunca süren macera burada sona eriyor ve Orta
Dünya’nın 4. çağı başlamış oluyor. Hobbitler 13 ay sonra Shire’a dönüyor. Ama
film bitti sanıyorsanız yanılıyorsunuz.
Bundan sonra yaklaşık bir 40 dk daha süren film birden çok final sahnesine sahip. Karakterlerin son durumlarını gösterdikleri birkaç sahne daha var. Ama ben hepsine değinmeyeceğim, sadece aralarından en önemli olan, filme adını veren sahneye değineceğim. Evet, Aragorn’un taç takma töreni, Gondor’un tahtının asıl sahibi, Isildur’un varisi, Kral’ın dönüşü.. Bu sahnede duygulanmayan var mıdır? Sanmıyorum. Aragorn asil bir insan, gururlu bir adam, cesur bir kahraman olarak tahtı hak eden bir kral. Frodo’nun yüzük macerasını izlerken bir yandan da ilk filmden itibaren işlenen, tahtın varisi olayını, Aragorn’un gelişimini izliyorduk. Aragorn, bileğinin hakkıyla, alnının teriyle geldi buralara kadar. Aragorn’un konuşması, şarkı söylemesi, halkın arasından geçmesi, Arwen’e kavuşması, diğer kahramanlarımızı teker teker görmemiz onlara veda niteliğinde. Sadece Aragorn’un hobbitlerimize “Dostlarım, Siz kimsenin önünde eğilmeyin” diyip onun eğilmesi gereksiz bir seyirci tatmini sahnesi gibi geldi. Onun haricinde, bu sahnede her şey o kadar güzeldi ki böyle bir mutlu sonu karakterler de seyirciler de hak etmişti.
Ben buraya kadar karakterlerin yaşadıklarını tek seferde
anlatarak geldim. Ama tabi filmde bu olaylar paralel kurgu şeklinde ilerliyor.
Benim anlattığım gibi her bir cepheyi sırayla izlemiyoruz bu film anlatımı için
doğru olmazdı zaten. Teker teker, cephe cephe anlatmanın, yazı için daha derli
toplu olacağını düşündüm. Yüzüklerin Efendisi kitabı da bu şekilde yazılmış
zaten. Ama film için tabi ki paralel kurgu sinematik açıdan daha uygun. ve film müthiş
kurgulanmış bir yapıya sahip. Eş zamanlı izlerken hepsine bağlı
kalabiliyorsunuz. Sahneden sahneye geçişlerde, diğer sahneden kopmadan
ilerleyebiliyor, ya da savaşın ortasında diğer karakterlerin ne durumda olduğu
göstermeye geçtiğinde heyecanımız bölünmüyor, kaldığımız yerden devam etmekte
sıkıntı yaşamıyoruz.
Ben 3 filmi de ‘extended cut’ izledim ve ona göre yorumları mı yaptım. ‘Extended cut’ bir diğer deyişle ‘Director’s cut’, filmin vizyona girdiği hali değil, daha genişletilmiş, içerisinde silinmiş sahnelerin de bulunduğu daha uzun versiyonu oluyor. Bu versiyonunu birçok film için izlemenizi önermem, genelde filme katkıda bulunmayan, ekstra, gereksiz sahneler bulunur. Ama bu Yüzüklerin Efendisi için geçerli değil. Süreleri her ne kadar uzun olsa da kesinlikle extended versiyonunu izlemenizi öneririm. Sizi filmin içinde tutabilecek birçok detay ve ekstra bilgiler edinebileceğiniz sahneleri var.
Yönetmenin her film üzerine koyarak ilerlettiği
karakterlerin sonunda amaçlarına ulaşmış olduğunu, hak ettikleri yerlerde
olduklarını görmek bizi duygulandırdı. Yönetmen birden çok final sahnesiyle her
bir karakterin sonunu, her hikayenin sonunu eksik nokta bırakmaksızın bizlere
aktardı. Katarsis duygusunu sonuna kadar yaşadığımız bu seri ile yeri geldi
çoştuk, yeri geldi üzüldük, ağladık, heyecanlandık, gerildik, sevindik. Sinemacılığın
doruk noktası, fantastik türün mihenk taşı, hem edebi, hem doğaüstü, hem
mitolojik unsurları var, hem komedi unsurları var. Çok iyi müziklerle, son
derece epik sahneleriyle, iyinin kötüyle destansı mücadelesini anlatan,
inanılmaz bir macera izletiyor bize Peter Jackson. Yüzüklerin Efendisi serisi neredeyse
her alanda; her sahnesi, her karakteri, her kostümü başarılı olan, tekrar
tekrar izlemeye değer nadir filmlerden birisi. Yarattığı büyülü dünya ile bizi
tamamen içine alıp, gerçek dünyadan birkaç saatliğine de olsa koparan bu seri,
şimdiden kültleşmesine rağmen, eminim ki yıllar geçtikçe daha da değerlenecek.
Yorumlar
Yorum Gönder