SİNEMA VE FELSEFE SEMPOZYUMU
Bu yazının içeriği, diğer yazılarımdan biraz farklı olacak. İlk önce yazımda
özetlediğin konuşmacıların değindiği konuları paylaşma fırsatı ve imkanı bulabildikleri
Sinema ve Felsefe Sempozyumu ile ilgili kısa bir bilgilendirme yapayım. Gazi Üniversitesi
İletişim Fakültesi’nde akademisyenlik yapan ve benim de çok sevdiğim
hocalarımdan biri olan, Prof. Dr. Serdar Öztürk’ün düzenlediği bir
sempozyumdur. SineFilozofi Dergisi Sahibi, Yayıncısı ve Genel Yayın Müdürü Serdar
Öztürk, felsefenin sinema yoluyla yapılmasını SineFilozofi olarak tanımlıyor. Sempozyumda
da SineFilozofi kavramından yola çıkarak, sinemanın farklı alanları konuşulup
tartışılıyor. Bu konu hakkında detaylı bilgiler için Prof. Dr. Serdar Öztürk’e
ait Sinema Felsefesine Giriş: Film Yapımı Felsefe (2018), SineFilozofi Kurosawa’nın
Düşler’inde SineFilozofik Yolculuk (2016) adlı kitapları da öneriyorum.
Sempozyuma geri dönecek olursak, birçok konu ve alanda bir çok konuşmacının
bulunduğu sempozyumu sinemasever olduğunu, sinefil olduğunu düşünenler için
kaçırılmaz bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Ben birden çok konuşmacıdan birkaç konuyu
özetle anlattım aşağıda ama diğer konuşmalar ve konular için sempozyumun yayınlandığı
Youtube kanalını aşağıya bırakıyorum. Göz atmanızı tavsiye ederim, ilginizi
çekecek konuşmalar mutlaka vardır:
https://www.youtube.com/channel/UCA0ODe0KhjIMgYkyxo_POoA
https://www.youtube.com/channel/UCIZnogswzJwUuHQSI4MGVyA
Konuşma başlıkları için de program takvimini şöyle bırakıyorum:
POSTMODERN DÖNEMDE
BİLİMSEL BİLGİNİN VE BİLİM FELSEFESİNİN DÖNÜŞÜMÜ: RİDLEY SCOTT’IN BİLİMKURGU
FİLMLERİNİN YENİ BİR OKUMASI (EMRE DOĞAN)
Konuşmacı Emre Doğan, postmodern dönemde bilimsel bilginin
başkalaşımında iki önemli olay olduğunu belirtiyor. Bu iki önemli olaydan
birincisi, 1920 ile 1927 yılları
arasında ortaya çıkan bilimsel keşiflerdir. Newtoncu paradigmanın yerine
Einsteincı paradigmanın gelmesi en önemli
gelişmelerden birisidir. Bu gelişmenin bize öğrettiği şeyler, bilginin
ve aklın bir sınırı olduğu ve bunun bilimsel bilgi ile ortaya çıktığıdır.
İkincisi ise, 2. Dünya Savaşı’nda ortaya çıkan büyük yıkımlardan teknoloji ve bilimin sorumlu tutulmasıdır. Bu
iki gelişmeden sonra bilim felsefesinde Karl Popper ve Thomas Kuhn ikiliği
oluşuyor. 1934’de Karl Popper Bilimsel Araştırmanın Mantığı’nı yayınlıyor ve
burada tüme varımı eleştiriyor. Sonrasında 1962’de Thomas Kuhn Bilimsel Devrimlerin Yapısı’nda
bilimin rasyonel ve kümülatif bir bilim olduğunu eleştirerek paradigmalarla
ilerleyen bir bilim düşüncesi ortaya koyuyor ve bir anlamda postmodern
göreceliğe giden yolu açıyor. Bunun sonucunda Radikal bilim felsefesi görüşleri
ortaya çıkıyor. Bunlardan birisi Paul Feyerabend’in anarşist bilgi görüşüdür.
Bu görüşte bilimsel bilgi, yöntem, bilim insanı stereotipi gibi konularda
batının tutumunu emperyalist bir tutum olarak nitelendiriyor ve bunlara karşı
bir kuramsal anarşizm güdüyor. Bunlardan ikincisi ise Richard Dawkins’in New
Atheism ve klasik bilim savunusudur.
Postmodernist bilim yaklaşımının özellikleri şunlardır; Nesnel bilgi iddiasını tartışmaya
açar, Evrensel yöntem düşüncesini eleştirmektedir, bilim-etik,
bilim-kapitalizm, bilim-teknoloji,
bilim-devlet ilişkilerini tenkit etmektedir, bilimin kümülatif bir bilgi
olduğu ve rasyonel bir şekilde ilerlediği konusundaki görüş kritize
edilmektedir ve bu çoğulculuğu ön plana
çıkarmaktadır.
Sinemada bilim-kurgu türünün 1960’lara kadar korku ve
fantastik filmlerin arkasında kalmıştır ve B tipi filmlerle izleyici karşısına
çıkmıştır. Yani korku türündeki filmlerde kullanılan bazı ögeler aslında bilim
kurgu ögeleridir ama korku ya da fantastik türün içine yedirilmiştir. Ya da
çizgi roman etkisiyle ve biçimiyle üretilen filmlerdir. Konuşmacı burada örnek
posterler göstererek egzotik yapımları olduğunu ileri sürer. Bu tarz filmlerin
ideolojik yönelimi genellikle komünizm korkusu ve bunun anti propagandası
üzerine kuruludur (McCarthycilik). Bu dönemdeki filmlerde bilim, bilimsel bilgi
ve bilim insanı temsili, stereotipler üzerinden gerçekleştirilmiştir. 1968
yılında Stanley Kubrick'in 2001: Bir Uzay Destanı filmiyle sinemada bilimkurgu
türü baştan tanımlanmış ve ciddi bir tür olarak görülmeye başlanmıştır. Daha
sonrasında Steven Spielberg ve Ridley Scott gibi yönetmenlerin sayesinde daha
çok rağbet görmeye başlamıştır. Ve bu tür tecimsel ve sanatsal bir güce
dönüşmüştür. Konuşmacı, özellikle son yılların istatistiklerini öne sürerek en
çok hasılat yapan ve en yüksek bütçeli filmlerin çoğunun bilimkurgu türünde
olduğunu göstermektedir.
Konuşmacının bu çalışmada ifade etmeye çalıştığı düşünce ise
bilimkurgu türünün yükselişinin postmodern dönemde bilimsel bilginin yaşadığı
dönüşümle ilişkilendirilebilir olduğudur. Bilimsel bilginin dönüşmesi ve
popüler kültüre entegre olan bir olgu haline gelmesi bilimkurgu sinemasını
olumlu yönde etkilemiştir.
Ridley Scott’ın filmlerine geldiğimizde öncelikle Blade
Runner (1982) ile başlıyor konuşmacı. Bu film bilim aracılığıyla yaratılan
distopik bir evrende geçmektedir. Bİlim aracılığıyla derken bilim ve teknoloji
burada bir özdeşleştirmeye uğrar, sanki
teknoloji bir bilim dalıymış gibi ya da teknolojinin her kabahati bilimin
suçuymuş gibi gösterilmektedir. Bilim-kapitalizm işbirliği, eleştirisi
temelinde hareket eden bir öykü kurulumuna sahiptir. Bu eleştiri de
postmodernist bilimin, klasik bilime yönelttiği temel eleştirilerden bir
tanesidir. Filmde hiperrasyonel aklın sonuçları ortaya konmaktadır. Bu yönüyle
film Kuhn-Feyerabend yaklaşımlarının izlerini taşımaktadır. Bilimin niteliğine
dair bir şüphe yoktur fakat etik, teknoloji ve kapitalizm ilişkisi konusunda,
bilimin distopik bir evren yaratımında önemi, gücü konusunda eleştiriler
taşımaktadır.
Konuşmacı Ridley Scott’ın, bilim temelli bir kurtarma operasyonunun anlatıldığı ve Mars’ta bir kolonileşmenin oluşmasını izlediğimiz Martian filminin klasik bir bilimsel bilgi açısından işlediğini vurgulamaktadır. Yani filmde bilim, aşkın bir değer olarak kutsanmıştır. Bilimsel bilginin felsefesi, nesnelliği veya gerçekliğine değinilmemekte. Bilimsel bilgi filmde hayat kurtarır, Martian filmindeki başrol, Mark karakteri bir bilim insanı olarak, bilimsel bilgiye sahip olarak, Mars’ta hayatını sürdürebilme yeteneğine sahiptir. Bu yolla karakter kahramanlaştırılmıştır. Baş kahramanımız botanik dalında uzman olsa da yan karakterler ile fizik, astronomi, kozmoloji gibi bilimin diğer dalları da desteklenmektedir. Aynı zamanda çoğu bilim kurgu filmlerinin aksine bilim yoluyla teknoloji kötülemesi yapılmamaktadır. Film bilimsel bilgiyi kutsamaktadır. Bu yönüyle film postmodernist bilime tepki niteliğinde New Atheism oluşumunun izlerini taşımaktadır. Bu iki filmde aynı yönetmenin elinden çıkmış ve birbirine zıt iki yaklaşımdan beslenmektedir.
Oturumda, bu konunun konuşulduğu dakikalar 17-32 arasıdır.
BİLİM-KURGU SİNEMASINDA
ALT METİN OLARAK KULLANILAN EDEBİ ÖYKÜLER (CUMHUR OKAY ÖZGÖR)
Konuşmacı ilk olarak, İsa temsillerinin bulunduğu bilim
kurgu filmlerini ele almaktadır. Jean Baudrillard’ın Simülakrlar ve Simülasyon
kavramıyla bağdaştırdığı Matrix filminde, İsa temsili bulunmaktadır. 1995
yapımı Ghost in the Shell filmi, Hayao Miyazaki’nin 1984 yapımı Rüzgarlı Vadi
filminde aynı şekilde resimlenen sahnelerin ve Platon’un mağara alegorisinin
etkileri Matrix’te görülmektedir. İsa’nın temsili ya da kutsal kitapların bilim
kurgu filmlerinde kullanılmasıyla sık sık karşılaşmaktayız. Yüzüklerin
Efendisi: İki Kule filminde Gandalf’ın dönüşü sahnesinde, Superman’in,
İsalaştırılması ya da Leonardo da Vinci'nin, İsa’nın bulunduğu Son Akşam Yemeği
tablosunun Alien: Covenant ve Watchmen filmlerinde resimlenmesi gibi. Meryem
Ana’nın temsili Children of Men filminde görülmekte. Bu filmde yıllardır yeni
doğum yapılamayan, giderek tükenmekte olan insanlığın yaratıldığı bir dünyada
bir kadının hamile kalması ama babanın olmaması Meryem Ana’nın İsa’yı
doğurmasını temsil etmektedir.
Pinokyo’nun bir bedene sahip olma isteğini de birçok filmde
görmekteyiz. Burada eklemek istediğim bir detay var. Özellikle yapay zeka,
robot temalı filmlerinde, Hollywood sineması yapay zekayı kendi özgür iradesine
sahip olmak, kendi bedenine sahip olmak isteğiyle yönlendirerek kötü imaj
çizerek göstermekte. Yine bir önceki konuşmacının söylediği gibi, bilim kurgu
kullanılarak teknoloji kötülemesi Hollywood sinemasında çok yaygın gördüğümüz
bir durum. Yapay zekanın kötülenmesi, dünyanın robotlar tarafından ele
geçirilme efsanesi, filmlerle bize işlenen, alışık olduğumuz imajlardan
biridir. Konuşmacı Cumhur Özgör’ün belirtmediği ekstra filmlerden örnek vermem
gerekirse Ex machina, Upgrade gibi filmlerde görüyoruz. Şimdi konuşmacının ele
aldığı filmlere dönüyorum. Yapay zekanın kendi iradesine ve benliğine sahip
olma isteğini, gerçek insan olma isteğini Artificial Intelligence, Ghost in the
Shell (2017), Never Let Me Go filmlerinde de görüyoruz.
Oturumda, bu konunun konuşulduğu dakikalar 34-49 arasıdır.
YARATICI KADIN ÖZNENİN ÇERÇEVESİ: ALEV ALMIŞ BİR
GENÇ KIZIN PORTRESİ: (Yüksel Doğan)
Konuşmacı filmin analizini, yönetmen ve senarist
olarak kadın özne Céline Sciamma bağlamında ve filmdeki kadın karakterlerin
varlığı ve temsili, kadın karakterlerin mekan deneyimlerinin karnavalsı ve
diyalojik çerçevesi bağlamında ele almıştır. Kadın öznenin gelişim sürecinde
kimlik ve varlık ekseninde ilerler. Diyalojik olarak, filmdeki 3 başrol
varlıklarını tekrar kurmaya çalışıyorlar. Feminist kuram çerçevesinde, kamusal
alan erkeğe, öznel alan kadına sınırlılığının eril bakış açısını, yönetmen
yıkar ve yeniden bir mekan alanı kurar. Ayrıca antik Yunan mitolojisinde sadece
kadınların yaşadığı bir ada metaforu vardır. Burada ada metaforu, deniz
dalgaları, mağara metaforları aracılığıyla bedenin sembolik yansımalarını
görürüz.
Oturumda, bu konunun konuşulduğu dakikalar 3-16 arasıdır.
PATERSON FİLMİ BAĞLAMINDA JİM JARMUSCH
SİNEMASINDA ZEN BUDİZM: (Ayşen Oluk)
Zen budizm, budizmin bir koludur. Paterson’da
alt metin zen öğretileri doğrultusunda işlenmiştir. Zen, zıtların birbiriyle
ilişkili olduğunu söylüyor. Filmde de bunu Paterson ve Laura’nın ilişkisinde
görüldüğü gibi. Zıtların birliği ile ilgili, filmin geçtiği şehirde de farklı
kültürler, zıt kültürler yaşıyor. Filmde geçen diğer zıtlıklar şöyle:
Kurmaca/gerçek, sanatçı insan/sıradan insan, konuşma dili/şiir dili, sanat
eseri/gündelik nesne, rüya/gerçek gibi ikilikler bulunmakta. Filmin çalışan
kesimden bir şair seçmesi, şiirlerini sıradan ve basit olarak yazması, onu zıt
biriyle ilişkiye sokması, aşırı istekleri olmayan, şikayet etmeyen bir karakter
olması, filmin dramatik anlatımının, gösterişli sahnelerinin olmaması, yalın
bir anlatım benimsemesi yönetmenin, filmi Zen estetiği ve öğretisi
doğrultusunda tasarladığının göstergesidir.
Oturumda, bu konunun konuşulduğu dakikalar 35-55 arasıdır.
SİNEMADA YARATICI MONTAJ PANELİ (Thomas
Balkenhol, Ayris Alptekin, Kurtuluş Özgen, Çiçek Kahraman)
Belgesel filmler kurgularında yoğunlaşan Thomas
Balkenhol, belgeselin bir mesaj olduğunu belirtir. Ve kurguda bu mesajın
gerçekçiliği için gerektiğinde acı görüntülerin eklenmesinden kaçılmaması
gerektiğini söyler. Kurtuluş Özgen, belgesel sinemanın herhangi bir gerçekliği,
nesnelliği temsil etmediğini belirtir. Yönetmenin öznelliğinden çıkan bir
yapımdır. Bir gerçeklik kapsama ve nesnel olma gibi bir zorunluluğu olmadığını
söyler. Ayris Alptekin sinemayı, edebiyatı, resmi ve müziği dahil
edebileceğimiz bir bileşen olarak ifade eder. Ve filmin 3 kez çekildiğini iddia
eder: ilk olarak senaristin hikayeyi kafasında kurgulaması, tasarlaması, ikinci
olarak film yapım ekibi ile tasarlanan planla ve son olarak kurgu odasında
tekrar çekildiğini söyler.
Kurgucunun kendine sorması gereken sorular,
kendine bir yol haritası çizebilmesi için, hikaye anlatıcılığı açısından “kime,
ne kadar yer vereceğiz?”, “hangi noktalarda inisiyatif kullanarak müdahale
edebilirim?” gibi sınırlarını çizmesi gerek. Aynı zamanda kurgucunun en çok
vakit geçirdiği insan yönetmendir. Yönetmenin isteğini anlayabilmesi için ona
doğru soruları, doğru zamanda sorması gerekir ki yönetmen ile uyum sağlansın ve
istenilen ortaya konabilsin. Yönetmen ve kurgucu ilişkisi, her yapımdan ve
kişilerden kişiye değişen bir şeydir. Bazı filmlerde her an her dakika dip dibe
yönetmen ve kurgucu, aylarca birbirleriyle danışarak ve tartışarak bir şey
ortaya koyabilirler. Ya da bazı yönetmenlerin tercihlerine bağlı olarak, kurgu
tamamen kurgucuya emanet edilir ve çıkan sonucu yönetmen izleyip beğenisine
göre istediği gibi müdahale edip değiştirtebilir ya da olduğu onaylayabilir.
Bunların kesin kuralları yoktur, çalışılan kişilere göre değişiklik
gösterir.
Sonuçta bir kurgucunun kendisine sorması gereken
sorular, “ilk başta kafada oluşan, hayal edilien neydi ve ortaya çıkan ne?”,
“aralarındaki fark ne kadar, denge ne kadar?”.
Peki yaratıcı kurgu için ne yapılmalıdır? En
önemlisi kurgucunun, yönetmenin isteğini yukarıda yazdığım gibi, net bir
şekilde anlaması gerekir. Bu kurgucunun ilk ve en önemli, temel görevidir.
Genel çizgiye tabi ki karar veren kişi yönetmendir ama gerektiği yerlerde
kurgucu, inisiyatif kullanmalı ve yönetmen yokken kararlar verebilmelidir.
Yönetmen bunu daha sonra beğenmez ise yine yönetmenin isteği doğrultusunda
yeniden yapmak gerekebilir. Bazı noktalarda yönetmene önerilerle de, onun
ufkunu açabilecek, belki yönetmenin o an düşünemediği fikirlerle ona yol
gösterebilmelidir. Yaratıcı bir kurgucu, her zaman her materyalde işe yaraya
bir yöntem olmamakla birlikte, yeri geldiğinde lineer akışı bozup, gerçekliği
kırarak yeniden inşaa edebilir. Bir şeyi apaçık, seyircinin gözüne sokmaktansa
onu hissettirmek her zaman daha iyidir. Nuri Bilge Ceylan’ın bunu destekleyecek
bir sözü vardır; “Oyunculuk gizlemektir, belli etmek değil.” Bunu da
konuşmacıların dediklerine ek olarak belirtmek istedim. Kurgu eklemekten çok
azaltma sanatıdır. İdeal bir kurgu asamblajdır, asamble etme durumudur.
SİNEMA-MİMARLIK ETKİLEŞİMİ BAĞLAMINDA BİR
BİLİMKURGU FİLMİ ANALİZİ: ARRİVAL (Seyyedeh Asal Hajjati)
Bu konuşmada, Arrival filmindeki mekanların,
mimarlıkla etkileşimi analiz edilip, sinema-mimarlığın etkileşimi
değerlendirilmiştir. Filmde kurgusal mekanın yani uzay mekiğinin yaratılmasında
15 Eunomia adlı bir göktaşında esinlenilmiş. Biçimsel olarak tasarımı,
filmlerde gördüğümüz klasik “ufo” tasarımlarının aksine daha yaratıcı ve farklı
bir tasarım olmuş. Sade ama farklı, minimal, dikkat çekici ve fütüristik bir
tasarım.
Sinema ve mimarlığın etkileşiminde ortak
noktalar vardır. Sinemada kadraj; sahneyi ve sahneye dahil olan öğeleri
belirlerken, mimarlıkta kadraj; içeride ve dışarıda kalanın arasında duran bir
sınırdır. Sinemada odak noktası; neyin vurgulanmak, neye odaklanmak istendiğini
belirlerken, mimarlıkta; etkili bir tasarım ürünü ortaya koyabilmek için
önemlidir.
Oturumda, bu konunun konuşulduğu dakikalar 33-48 arasıdır.
Yorumlar
Yorum Gönder